İlk Çağ’da Bilim
İlk Çağ’da Bilim
Bilim, insanlığın ortak ürünüdür ve kökleri ilk insanlara kadar uzanır. Günümüzde ulaşılan medeniyetin gelişiminde her milletin az ya da çok payı bulunmaktadır. Tarihî süreç içinde Mısır, Yunan, Çin, Hint, İran, Arap ve Türk gibi milletlerden bilim insanlarının çalışmaları, medeniyetin gelişmesine katkı sağlamıştır.
Bilimin konusu; eski çağlarda din, efsane, felsefe gibi ruhsal ve el sanatları, tarım gibi günlük ihtiyaçları gidermeye yönelik konulardır. İnsanların günlük ihtiyaçlarını karşılarken elde ettiği bilgi ve teknik daha sonraki çağlarda ortaya çıkan bilimsel gelişmelere kaynaklık etmiştir.
Geçmişte gözlem yoluyla öğrenilen gezegenlerin hareketleri, gazların özellikleri, kaldıraç, sarkaç ve gelgit gibi bilgiler; günümüzde de geçerliliklerini sürdürmektedir. Eski dünyada gözlem ve tecrübe yoluyla elde edinilen bilgiler zamanla astronomi, coğrafya ve tıp gibi bilimlerin doğmasına kaynaklık etmiştir.
Bilim; evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgi, ilim demektir. Tek bir yöntemi bulunmayan bilim, genel geçerlik ve kesinlik nitelikleri gösterir. Bilim amacına, konusuna, kaynağına, yöntem ve alanına göre farklı sınıflamalara tabi tutulabilir.
Astronomi
İlk çağlardan beri insanlar; içinde yaşadığı doğayı, doğa varlıklarını ve olaylarını gözlemleme ihtiyacı duymuştur. İnsanların tarım yapabilmesi için mevsimlerin zamanını önceden bilmesi gerekmektedir. Bu durum ancak takvim bilgisi ile gerçekleşebilirdi. Bu nedenle gökyüzündeki doğa olaylarını ve varlıklarını gözlemleyerek anlamaya çalışan insanoğlu, astronomi ilminde hızlı bir gelişme sağlamıştır. Astronomideki bu gelişme; matematik, fizik, kimya gibi temel bilimlerin gelişmesini hızlandırmıştır.
İlk insanlar, doğa ile ilişkisinde basit teknik becerileri kullanmıştır. Gökyüzü olaylarının izlenmesi, kaydedilmesi ve yorumlanması; günümüz modern astronomi bilimine temel oluşturmuştur. Örneğin modern astronomideki matematiksel dayanaklar ilk defa Mezopotamya’da kullanılmıştır. Mezopotamya uygarlıkları, ziggurat adı verilen tapınaklarda gözlem yaparak gök biliminde bilimsel gözlem yöntemini keşfetmiş ve bilgileri tablolaştırmıştır. Ay ve Güneş tutulmalarını hesaplayan bu medeniyetler; Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn gibi gezegenlerin de varlığından haberdardır. Ayrıca bir yılın uzunluğunu bugünkü hesaba göre sadece 4,5 dakikalık bir hata ile bulmuşlar ve bu birikimleriyle takvim yapmışlardır.
İnsanların, eski dünyada astronomi bilimini öğrenmesindeki amaç; dünyayı anlama merakı, yaşamlarını rahat ve güvenli kılmaktır. Günümüz modern bilim anlayışında ise amaç, her alanda ileriye gitmek ve gelişmektir. Bilimsel bilginin temelleri eski çağlarda atılmış ve bilimsel alandaki ilerleme günümüzde de artarak devam etmektedir.
Tıp
Eski çağlardan itibaren insanoğlunun en büyük isteklerinden biri, ölümsüzlük ve uzun yaşama arzusudur. Bunun sonucunda hastalıklarla mücadele etmesi gerektiğini anlayan insanoğlu bu hastalıkları tedavi etmek amacıyla (Görsel) elindeki bilgileri kullanarak tıp ilminin ilk gelişmelerini ortaya çıkarmıştır.
Mezopotamya uygarlıklarında hastalıklar genellikle tanrıların cezası olarak algılandı. Hastalıkların teşhisinde de aynı anlayışın gereği olarak gelecekten haber alma ve fal bakma yöntemleri kullanıldı. Bu yöntemlerin en yaygını su dolu bir kap içine zeytinyağı dökmek ve su yüzeyinde oluşan yağ şekillerini yorumlamaktı. Hekim-rahip veya hekim-büyücüler birtakım ritüellerle hastalıkları tedavi etmeye çalışırlardı.
Hayvansal ve bitkisel kökenli ilaçlar kullanmak, cerrahi operasyonlar yapmak da tedavi yöntemleri arasındaydı. O dönemlerde yapılan en ilginç ameliyatlardan biri kafatasının delinmesi şeklindeydi. Böylece hem baş ağrısının giderileceğine hem de beyindeki kötü ruhların dışarı çıkarılacağına inanılırdı. Mezopotamya kanunlarına göre cerrah hastayı iyileştirdiğinde ödüllendirilir, başarısız olduğunda ise cezalandırılırdı. Hastanın işlediği günahı itiraf etmesi ve kurban kesmesi de tanrıların öfkesini hafifletmek için başvurulan yöntemlerdendi. Büyücülük Mezopotamya’da olduğu gibi Mısır’da da tıbbın ayrılmaz bir parçasıydı.
Mezopotamya’da Hekimlik
Mezopotamya’da hekimliğin en basit şekli, hekimlerin suya bakarak hasta hakkında bilgi vermeleri şeklinde olmuştur. Bu sebeple olsa gerek ki hekimleri “suyu tanıyan kimse” olarak tanımlamışlardır. Hekim bir kabın içine su koyup suyun üzerine bir damla zeytinyağı damlattıktan sonra damlanın şekli ve hareketine göre hastanın iyi olup olmayacağı hususunda bilgi vermiştir.
İlk Çağ Anadolu uygarlıklarından Hititler hastalıkları tanrıların kendilerini cezalandırması olarak görmüşlerdi. Bu nedenle hastalıklardan korunmak için genellikle dua ve büyü yöntemlerini benimsemişlerdi.
Antik Yunan uygarlığının ilk zamanlarında hastalıklar felsefi yorumlarla açıklanmaya çalışıldı. Hastaların tedavisi ise Sağlık Tanrısı Asklepios adına kurulan tapınaklarda yapıldı. Bilimsel tıbbın kurucusu olarak kabul edilen Hipokrat (MÖ 460-337) da bu uygarlığın sınırları içinde doğdu. Hipokrat, hastalıkların doğaüstü güçlerin kötülüklerinden değil fiziki nedenlerden kaynaklandığını ileri sürerek tıp tarihinde yeni bir dönemin kapısını açtı.
Hipokrat, Anadolu kıyılarına yakın İstanköy Adası’nda kurduğu tıp okulunda öğrencilerine hasta başında klinik dersler vererek muayene, belirtileri gözleme ve tanı koyma yöntemlerini geliştirdi. Onun öğrencileri hekimlik mesleğine adım atarken bütün hastalara yardım edeceklerine, kimseye öldürücü ilaç vermeyeceklerine ve hastaların sırlarını saklayacaklarına dair yemin ettiler.
İnsanın toprak, su, hava, ateş ve eterden meydana geldiğine inanan Hintler hastalıkların temelinde kötü ruhların olduğunu düşündüler. Bunun yanında bitkilerle tedavi yöntemini de uyguladılar. Hintler sağlık için bedenin yanı sıra zihin disiplinine de önem verdiler. Bu nedenle hastalıklara karşı yoga adıyla bilinen ve beden ile zihni uyumlu hâle getiren egzersizler geliştirdiler.
Çinliler yin yang felsefesi gereği insanın hastalık ve sağlık, iyilik ve kötülük gibi karşıtlıkların etkisinde olduğunu düşündüler. Hastalıklardan ve kötülüklerden korunmak için de geleneksel tedavi şekillerinden olan masajı ve akupunkturu kullandılar.
Coğrafya
İnsan yeryüzünde görüldüğü andan itibaren coğrafyanın konusu olan doğa ile iç içe yaşadı. Beslenme, barınma, korunma gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak için çevresiyle sürekli ilişki hâlinde oldu. Salgın hastalıklar, kıtlık, doğal afetler, avlanma ve savaşlar nedeniyle göç ederek yeni yerler tanıma imkânı buldu. Ayrıca merakını gidermek amacıyla seyahatlere çıktı. İnsan bu yer değiştirmeleri sırasında mekânı kolayca algılayabilmek ve gideceği yolu bulabilmek amacıyla haritalar çizip gördüklerini tasvir etmeye çalıştı.
Coğrafya biliminin ilk izleri, Yunanların MÖ VIII. yüzyıldan itibaren Akdeniz kıyılarında koloniler kurmak amacıyla yaptıkları yolculuklarda ortaya çıktı. Söz konusu yolculuklar sırasında coğrafya bilgisi genişledi. Bilinen ilk dünya haritaları da aynı dönemde çizilmeye başlandı. Yunanlar gibi coğrafya ile ilgilenen bir diğer İlk Çağ toplumu Romalılardı. Romalılara ait coğrafya çalışmalarının temel amacı sefere çıkan ordunun su ve yiyecek bulabileceği yerleri belirlemekti.
Coğrafya biliminin gelişmesine en fazla katkıda bulunanlardan biri Makedonya Kralı Büyük İskender oldu. İskender, Asya seferi sırasında fethettiği ülkeler hakkında bilgilenmek amacıyla yanından coğrafyacıları ayırmadı. Onun Mısır’da kurmuş olduğu İskenderiye Kütüphanesinde görev yapan Eratosthenes (Eratostenes) Dünya’nın yuvarlaklığına inanan ve yaptığı deneylerle Dünya’nın çevresini bugünkü değerine yakın olarak hesaplayan bir bilim insanıydı.
Eratosthenes “Yeryüzünün Tasviri” anlamına gelen “Geography” adlı eserinde coğrafya terimini ilk kez kullanarak coğrafya biliminin kurucusu oldu. İskenderiye’de yetişen bir başka bilgin olan Hipparchus (Hiparkos) (MÖ 180-127) ise yerküre üzerine meridyen denilen hayalî çizgiler çizdi.
Eratosthenes ve Hipparchus gibi coğrafyacılar kendilerinden sonra gelen coğrafyacılara kaynaklık ettiler. Bunlardan biri olan Amasyalı Strabon (MÖ 58-MS 21, Görsel) Roma İmparatorluğu topraklarında gezdiği yerlerle ilgili bilgiler verdiği 17 ciltlik “Geographika” adlı eserini yazdı. Ayrıca bir dünya haritası çizdi.
Görsel: Strabon Heykeli (Amasya)
Coğrafya bilimi İlk Çağ’dan günümüze kelime anlamını korumakla birlikte tanımı, amaçları, inceleme alanı ve uyguladığı yöntemler bakımından önemli değişikliklere uğramıştır. Günümüz coğrafyası kadim dönemlerde olduğu gibi canlı ve cansız varlıkları betimlemekle yetinmeyip bunlar arasındaki etkileşimin sebep ve sonuçlarını da açıklamaktadır. Diğer yandan coğrafya sadece askerî amaçlarla kullanılan bir bilgi birikimi olmanın ötesine geçerek insana çevresinden çok yönlü yararlanma yollarını gösteren bir kılavuz hâline dönüşmüştür.
Coğrafya kullandığı araçlar ve teknikler yönünden geçmişle kıyaslanamayacak ölçüde ilerlemiştir. Günümüz coğrafyacıları sınırlı bilgiler ve imkânlarla uzun süreli yorucu çalışmalar yapan eski zamanlardaki meslektaşlarına göre oldukça şanslıdır. Eskiden yıllarca süren uzun yolculuklar sırasında çizilen haritalar bugün uydu fotoğrafları ve bilgisayarlar yardımıyla kolayca elde edilebilmektedir. Coğrafi gözlemler ve ölçümler, gelişmiş teleskoplar ve diğer teknolojik araçlar yardımıyla hata payı son derece düşük olacak şekilde kısa sürede yapılmaktadır.